Mustafa Kemal, 11 Ocak 1905’te Harp Akademisi’ni kurmay yüzbaşı olarak bitirir. Vatan hizmeti için tayin beklemektedir. Bu sırada arkadaşlarıyla İstanbul’da kiraladıkları bir evde, Abdülhamit yönetimine karşı muhalif toplantılar yaparlar. Bu toplantılar, düşünce alışverişi biçimindedir. Bir gün toplantıya katılanlardan askerlikten kovulmuş biri ihbarda bulunur. Mustafa Kemal ve arkadaşları yakalanıp cezalandırırlar.
Önce Taşkışla’da hücre cezası alırlar. Ardından Mustafa Kemal’le arkadaşı Müfit (Özdeş), Şam’daki beşinci orduya sürgüne gönderilirler. Sürgün ve şüpheli iki genç, idealist kurmay yüzbaşılar süvari alaylarına stajyer durumundadırlar. Bu görev pasiftir, bir nevi görevsizdirler. Görünüşte bölük komutanıdırlar; ancak ordu göreve giderken onlara haber verilmez. Mustafa Kemal ve arkadaşı doğruca alay komutanının yanına koşarlar. Neden kendilerine görev verilmediğini sorarlar. Baştan savma, olumsuz bir yanıtla tatmin olmazlar. Tümen komutanına çıkıyorlar, sonuç daha kötüdür, küstahça kovulmuşlardır.
Tüm bu olanlara karşın Mustafa Kemal ve Müfit, atlarıyla ordunun peşine takılıp görev yerine ulaşırlar. Burada, onlara kalacakları bir çadır bile verilmemiştir. Emir erleri onları çadırlarına çağırıp çay ikram ederler. Geceyi birer saman çuvalının üzerinde uyuyarak aç geçirirler. İki yalnız ve dışlanmış adam, başlarına gelen tüm olumsuzluklara karşın kararlılıklarından asla vazgeçmezler.
Mustafa Kemal yıllar sonra Şam’da yaşadıkları bu olayı arkadaşı Müfit’e şu sözlerle anlatıyor: “Hatırlar mısın Müfit, Şam’dan bu kuvvete katılmaya karar verdiğimiz dakikada bir süvari teğmeni bana demişti ki: Beyim, size büyük hürmetimiz var. Bu sefere gitmemenizi tavsiye ederim. Bilmezsiniz, düşünemezsiniz beyim, hayatınız bile tehlikeye girebilir. Sizi öldürürler. Bugün bütün Suriye ordusuna şamil bir müşterek menfaat vardır. Siz bu menfaate mani olacak gibi görünüyorsunuz. Bunu kimse kabul etmez. Hayatınız mevzubahistir.(Tek Adam, Şevket Süreyya Aydemir)” Tüm uyarılar ve tehlikeler, onları korkutmaz, yıldırmaz, amaçlarından geri bırakmaz.
O zor ve tehlikeli gecenin sabahında neler olduğunu en güzel şu satırlar anlatmaktadır: “Harekât, çok yüz kızartıcı bir kargaşalık içinde gelişir. Mürettep kuvvetin –onun tabirince- ‘hırsız’ları çok dikkatli idiler. Mustafa Kemal’i imha etmeyi düşünmüşlerdi. Hatta bir gece ordugâhta kaldığı çadırı sardılar. Fakat o da tedbirlidir. Talan sonunun paylaşılmasında elinden geldiği kadar engeller çıkarır. Orduda katıldıkları bu ilk seferde Mustafa Kemal, Osmanlı hükümeti namına yapılan haydutluğun ne olduğunu anlamıştır. .
Kaldı ki Suriye’de Havran ve Dürzîler sahası, imparatorlukta, bu türlü tertip, bu türlü yağma hareketlerinin yürütüldüğü sahaların yalnız bir tanesiydi. Her tarafta ya devlet ya eşkıya halkı soyuyordu. Yahut bu güvensizlik içinde halk devlete dayatarak, ona ödemek zorunda olduğu mal ve can vergisini mümkün olduğu kadar devletten kaçırarak, devleti halsiz bırakıyordu. Mustafa Kemal’in daha ilk adımda bu sert gerçeklerle karşılaşması onun için üzücü olduğu kadar da düşündürücü ve uyarıcı oldu. Bir defa daha karar verdi ki, günün değil, yarının adamı olmak lazımdır. Hatta bir vesile ile arkadaşı Müfit’e hatırlattı. Soygun ekipleri, kendi aralarındaki dalavereli hesaplardan bir miktar altını da Müfit’e vermek istemişlerdi. Müfit almadı ve Mustafa Kemal’e haber verdi. Mustafa Kemal şahlandı:
─Müfit, sen bugünün adamı mı olmak istersin, yoksa yarının adamı mı?(Tek Adam, Şevket Süreyya Aydemir)”
Evet, bugün de sorunumuz budur. Bugünün adamı olanlar ve yarının adamı olmak isteyenler…
Bir koltuk, üç beş kuruşluk bir kazanç, küçücük bir unvan, içeride ve dışarıdaki birtakım çıkar çevrelerine hoş görünmek uğruna ilkelerinden, insanlığından vazgeçenler yarının adamı olabilirler mi?
Bir ülkenin güçsüzleşmesi, yıkılması, parçalanması bugünün adamlarının açgözlü ve hoyrat yönetimleriyle olur. Osmanlı’nın son dönemlerinde var olan bir gafletten söz ettik. Halkını soyan ve soyduran bir yönetici güruhundan. Tüm bu pisliklere bulaşmayan, bu “hırsız”lıkları ne pahasına olursa olsun önlemeye çalışan Mustafa Kemal ve Müfit’in onurlu tavrını gördük. İşte saygı duyulacak budur. Ulusun geleceğini halkını soyanlar değil, bu soyguna karşı çıkanlar belirler.
Günümüzde de bir soygun düzeninin içindeyiz. Halk hunharca, hem de “demokrasi ve özgürlük” diye diye soyuluyor. Halkla yöneticiler arasında güvensizlik gittikçe artıyor. Ulus yoksullaştıkça birileri varsıllaşıyor. Bu soygun düzeninin ayakta durması için halkın temiz duyguları, inançları siyaset malzemesi yapılıp sömürülüyor.
Ülkemizi yönetenlerin, Mustafa Kemal’e ve kurduğu Cumhuriyet’e karşıtlıklarının nedenini; özellikle son dönem Osmanlı yöneticilerine ise inanılmaz bir aşk, tükenmez bir hayranlık duymalarının kaynağının ne olduğu sanırım anlaşılmaktadır.
Adil Hacıömeroğlu
19 Ağustos 2010
Not: 23 Ağustos 2010 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazılarımı http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.